8 Kasım 2016 Salı

Filozoflara Göre Aşk (Aşk ve Felsefe)

Felsefe tarihinde önemli yeri olan dört filozoftan aşk ve güzellik üzerine alıntılarla aşkın felsefesi yer alıyor bu yazımızda.
   Platon iyi ve kötü sevgiyi anlatıyor. Descartes şaşırmanın hayranlığa ve hayranlığın aşka dönüşümünü açıklıyor. Schopenhaur aşkı üremeye indirgerken, Nietzsche’nin de kadın erkek arasındaki ilişkiyi pek de yüceleştirdiğini söyleyemeyiz. Anlaşılan o ki güzel bizi çekiyor, sonra bazımız güzelde kalıyor, belki çok azımız güzellik kavramına ve oradan daha yüce bir aşka ulaşıyor. Platon Platon’un Şölen adıyla çevrilmiş olan Symposion’u (Symposium) gerçekten tam bir sevgi ve aşk şölenidir.
Platon Şölen’de sevgi ve aşk üstüne konuşturur kahramanlarını. Pausanias sözü alıyor: “Ne yaparsak yapalım, yaptığımız iş kendiliğinden ne güzeldir, ne de çirkin... Güzellik bunların yapılış yolundan doğar. Bunları güzel, doğru dürüst yaparsak, güzel olur, yapmazsak, çirkin olur. Sevmekte de öyle: Güzel olan, övülmeye değen her sevgi değil, bizi Sevginin güzeline yönelten Sevgidir... Düşkün dediğimiz, orta malı Sevgiye düşen, candan çok bedeni seven adamdır. Bu Sevgi uzun sürmez, çünkü sevilen şey sürekli değildir. Asıl sevdiği şey, sevgilinin bedeni bir çiçek gibi solar solmaz, sözler, antlarla birlikte Sevgi de uçar gider. Bir insanı, içi güzel diye, seven ise, ömür boyu sever, çünkü sürekli bir şeye bağlanmıştır. İşte bizim geleneğimizin istediği bu sevililerin birbirini en iyi, en güzel biçimde denemesi, kötü arzulardan kaçıp, iyi arzulara uymalarıdır. Onun için kimine koş, kimine kaç der, bu yarışmada sevenin de, sevilenin de iyi cinsten mi, kötü cinsten mi olduklarına bakarız. Yine bunun içindir ki, çabuk ele geçirmeyi ayıp sayar, aradan bir zaman geçmesini isteriz, çünkü çoğu kez, denemeye en iyi fırsat veren budur... Seven bir insanın her türlü köleliğe katlanması, onu küçük düşürmez, ayıp sayılmaz demiştik ya, bu gönüllü köleliğin de gerçekten utanılmayacak biricik şekli erdem uğrna köleliktir. İnsan kendini birine kul köle ederken, onunla daha üstün bir bilgiye, daha üstün bir erdeme ulaşacağına inanıyorsa, hiçbir küçülme yoktur...”
 Aristophanes ise eskiden insan soyunun Androgynos denilen her iki cinsi de içine olan bir üçüncü çeşidi olduğunu, Zeus’un bunları ikiye bölmesi ve şekil vermesi ile şimdiki cinslerin ortaya çıktığını anlatır. “İnsanın yapısı böylece ikileşince, her yarı öbür yarısını özleyip, üstüne atlıyor, kollarını birbirine sarıp, yeniden bir bütün haline gelmek arzusuyla kucaklaşıyor... Demek ki insanın kendi benzerine duyduğu sevgi, çok eski bir zamandan kalmadır, Sevgi, bizim ilk yapımızı yeniden kuruyor, iki varlığı bir tek varlık haline getiriyor, kısacası insanın yaradılışındaki bir derde deva oluyor... Bütün ömürlerini bir arada geçiren bu insanlar birbirlerinden ne istediklerini anlatamazlar size. Kimse diyemez ki, onları bu kadar çoşkunlukla birleştiren zevk sadece bir cinsel arzu ortaklığıdır. Bu iki candan her birinin aradığı bambaşka bir şeydir, istediklerini duyar, sezer de anlatamazlar... Bu neden böyledir? Dediğim gibi, biz aslında bir bütündük de ondan. Sevgi dediğimiz şey yaradışımızdaki bütünlüğü arzulamak, aramaktır.” Burada anlatılan kavramın karşılığı günümüzde ruhikizi'dir. Ruhikizi ifadesinin kökeniyle ilgili daha fazla bilgi için "Ruhikizi ne demektir?" makalesine bakınız. Platon en son sözü, Sokrat ve Mantineia’lı yabancı kadın Diotima’ya vererek, Sevginin diğerlerinin söylediğini gibi ne güzel, zengin ne de bilge olmadığını söyletir. Arzulamak biz de olmayanı istemekse eğer ve biz güzel olanı, bilge olanı, iyi olanı seviyorsak Sevgi güzel de değildir, bilge de. İkisinin ortasında bir şeydir. “Bilgi ve bilgisizliğin de ortasındadır. Bakın niçin: Tanrıların hiçbiri bilgeyle uğraşmaz, bilgeliğe özenmez (çünkü, zaten bilgedir); bilgeliğe ermiş bir insan da artık bilgiyle uğraşmaz; bilgisizler de öyle, ne bilgiyle uğraşırlar, ne bilge olmaya özenirler. Bilgisizlik neden kötüdür? Cahil kişi güzellikten, iyilikten, akıldan yoksunken, hepsini kendisine toplamış sanır da ondan... En geniş anlamıyla sevgi, her iyi olanı ve bizi mutlu edeni arzulamaktır... Ben derim ki, sevmek, ne yarımı aramaktır, ne de bütünü, dostum, eğer bu yarım, bu bütün iyi şeyler değilse. İnsanlar kötü gördükleri yeri, kendi elleri ayakları da olsa, kesmeye razı olmuyorlar mı? Demek ki insan, mutlaka kendinden olan bir şeye bağlanmaz, ama her iyi olan şeyi kendi öz malımız, her kötü olanı da yabancımız sayarsak, o başka. Her ne olursa olsun, insanlar iyiden başkasını sevmezler... Yaratma gücüyle yüklü bir varlık, güzele yanaştı mı, ferahlar, genişler, sevinçten taşar, doğurur ve çoğalır... Sevgi senin sandığın gibi güzelin sevgisi değilmiş... Doğurmanın, güzel içinde yaratmanın sevgisi... Bedenlerinde bereket taşıyanlar daha çok kadınlardan yana gider; onların sevme yolu, çocuk üreterek ölümsüzlüğü sağlamaktır. Adlarını yaşatarak, gelecek bütün zamanlar boyunca mutluluğa ereceklerini sanırlar. Ama canlarında bereket olanlara gelince; ‐çünkü böyleleri de var‐ onlar, bedenden çok daha bol verirler can ürünlerini. Nedir canın ürünleri? Düşünce ve daha ne varsa. İşte bütün yaratıcı şairler ve sanatlarına yenilik getiren işçiler bu canı bereketli insanlardır. Düşüncenin en güzel, en üstün şekli küçük, büyük insan topluluklarının düzenini kuran düşüncelerdir: Ona da ölçü ve doğruluk derler. Bu insanlardan biri ta genç yaşından beri içinde bu değerlerin tohumunu bir tanrı gibi taşıyorsa, olgunluk çağında canı doğurmak, yaratmak arzusuyla yanar. İşte asıl o zaman bence sağa sola başvurup, hangi güzellik içinde doğuracağını araştırır. Çirkinlik içinde doğuramaz hiçbir zaman. Bu arzuyla yüklü oldukça, çirkin bedenlerden çok, güzel bedenlere yönelir, onlar arasında güzel, cömert, soylu bir cana da rastladı mı, bu iki güzelliğe birden vurulur, böyle bir varlık karşısında dili çözülüp, ona erdemi, iyi insanın nasıl olacağını, neler yapacağını anlatır, kısacası onu geliştirmeye çalışır. Güzelle düşüp kalkma, ona çoktan beri canında taşıdığı tohumu geliştirmek, filizlendirmek olanağını verir; yanında, uzağında hep onu düşünür, aralarında doğan birlik, baba ile çocukları arasındaki bağdan, sevgiden çok daha üstün, çok daha güçlüdür, çünkü o ikisi, daha güzel, daha ölmez varlıklar yaratmak üzere birleşmişlerdir.... Dinle beni şimdi: Sırlara yolunca ermek isteyenin daha genç yaşında güzel bedenleri araması gerek. Onu yola koyan, doğru yola koymuşsa, ilkin bir tek insanı sever ve ona söyleyecek güzel sözler bulur. Sonra anlar ki, şu bedende gördüğü güzellik her bedeninkinin eşi, kardeşidir; görüş güzelliğini arayan için bütün bedenlerdeki güzelliği bir tek şey saymamak delilik olur. Bunu iyice anladı mı, bütün güzel bedenleri sever, bir tekine olan düşkünlüğü küçümser, hiçe sayar. Bundan sonra yapacağı şey, can güzelliğini beden güzelliğinden üstün görmektir. Değerli bir can, bedendeki pırıltısı sönük de olsa, sevgisini coşturmaya yetmeli; ona kendini verip, gençlerin yükselmesi için söylenecek en güzel düşünceleri aramalı, bulmalıdır. Böylece güzelliği ister istemez yaşayış, davranış yollarında görecek, hepsindeki güzelliğin aslında hep aynı güzellik olduğunu gfark edecek ve böylece beden güzeliğine fazlaca kapılmamayı öğrenecek. Davranış, yaşayış yollarından bilimlerre geçip, onlardaki güzelliği de görecek. Gözleri böylece daha geniş bir güzele erdiği zaman, artık bir tek varlığa bağlanmayacak, bir delikanlının kim olursa olsun herhangi adamın, şu ya da bu davranışın kulu kölesi olup, incir çekirdeği doldurmaz laflar etmeyecek.... Bu dünyanın güzelliklerinden başlayacaksın, hiç durmadan basamak basamak yüce güzelliğe yükseleceksin, bir güzel bedenden ikisine, ikisinden bütün güzel bedenlere, sonra güzel bedenlerden güzel işlere, güzel işlerden güzel bilgilere, güzel bilgilerden de sonunda bir tek bilgiye varacaksın. Bu bilgi de o tek başına var olan salt güzelliğe varmaktan, asıl güzelin özünü tanımaktan başka bir şey değildir. İnsanın salt güzellikle karşı karşıya geldiği an yok mu, sevgili Sokrates, işte yalnız o an için insan hayatı yaşanmaya değer!... Düşün ne olur, bir görebilirse insan güzelliğin kendini her şeyden soyunmuş, arınmış, katıksız! İnsanın tenine, bedenine, rengine daha bir sürü ıvır zıvırına bulanmış güzelliği değil, bir tek görünüşüyle tanrı güzelliğini! Böyle bir güzelliğe gözlerini kaldırıp bakmanın, onunla kaynaşmanın yolunu bulanın hayatını küçümseyebilr misin? Ancak orada güzeli yalnız güzeli gözecek gözle bakan erdem taslakları değil, gerçek erdemler yaratabilir: Çünkü taslaklara değil, gerçeğin ta kendisine bağlanmıştır. Yalnız gerçek erdemi yaratan ve besleyen tanrının sevdiği bir insan olabilir, yalnız o insanlar arasında bir insanın erebileceği ölümsüzlüğe erer.” Alkibiades Sokrat’ı övücü şeyler söyler onu göklere çıkarır. Bunun üzerine Sokrat şöyle der: “Sevgili Alkibiades, benim için söylediklerin doğru ise, gerçekten seni daha iyi etme gücü varsa bende, giriştiğin işte yaya kalmayacağa benzersin. Anlaşılan, senin beden güzelliğinin çok üstünde, yaman bir güzellik görüyorsun bende. Bundan ötürü benimle alışverişe girmek, güzellik verip güzellik almak istiyorsun, bu işte senin kazancın benimkinden çok fazla olacak diye düşünüyorsun. Güzelliğin görünüşünü verip, kendini almakla altına karşı bakır vermiş olacaksın. Ama, iki gözüm, biraz daha iyi düşün, benim hiçliğimi bir değer sanmış olabilirsin. Düşüncenin gözü ne zaman iyi görmeye başlar: Gözlerimiz keskinliğini yitirince. Senin o hale gelmene daha çok var.” Descartes Descartes; Çev. Mehmet Karasan. Ruhun İhtirasları. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1991. Hayranlık. Herhangi bir nesne ile ilk karşılaşma bizi şaşırtırsa, ve onun yeni olduğuna veya daha önce bildiğimizden pek farklı olduğuna, yahutta olması gerektiğini farz ettiğimizden pek başka olduğuna hükm edersek, o zaman ona hayran oluruz ve o bizi hayret içinde bırakır. Bu nesne bize faydalı veya faydasız olduğunu hiç bilmeden bu hayranlığı duyduğumuz için, bana öyle geliyor ki, hayranlık bütün ihtrasların birincisidir. Zıddı bir ihtiras da yoktur; çünki kaşılaştığımız nesne bizi hayrete düşürecek bir özelliğe sahip değilse, bundan dolayı asla heyecan duymayız ve ona ihtirassız bakarız.s.50 ...bir şey bizim bakımımızdan bize iyi olarak takdim edildiği, yani bize uygun gelen bir nesne olarak sunulduğu zaman, bu bizde ona karşı aşk doğurur, bu bize kötü veya zararlı olarak takdim edildiği zaman da bizde kin doğurur. s.51 Hayret nedir? Bu hayret, şaşkınlık, dimağın boşluklarında bulunan ruhların, hayran olunan nesnenin intibaının bulunduğu yere doğru akmasını sağlayacak büyük bir güce sahiptir; bazan olnların hepsini oraya iter, ve bu intibaı muhafaza etmekle o kadar meşgul olurlar ki, orada ne kaslara geçen, ne de dimağda takib ettikleri ilk çizgilerden hiçbir suretle geri dönen biçbirisi yoktur: Bu sebeple de, bütün vücut bir heykel gibi hareketsiz kalır ve, nesnenin de ancak ilk görünen yüzünden başka bir yüzü görülmediği gibi, daha özel bir bilgisi de elde edilemez....İhtirasların sebep olduğu zarar da, bu düşünceleri gerekenden fazla kuvvetlendirip saklamalarıdır, yahutta üzerinde durmak faydalı olmayan düşünceleri kuvvetlendirip saklamalarıdır.s.59 Fakat çokça, gerektiğinden fazla hayranlık duyduğumuz ve pek az itibara layık olan ya da hiç itibar gerektirmeyen şeyleri gördüğümüzde hayrete düştüğümüz vakidir. Bu da, aklımızı kullanmayı tamamıyle ortadan kaldırır; yahutta, bizi sapıttırır. İşte bunun içindir ki, bu ihtirasa herhangi bir eğilimle doğmuş olmak iyi bir şey olsa da, çünki bu bizi ilimleri edinmeye elverişli kılar; bununla beraber, mümkün olduğu derecede, kendimizi bundan kurtarmaya çalışmamız lazımdır....Aşırı bir hayranlığa düşmekten kendimizi alakoymak için birçok şeylerin bilgisini edinmekten ve en nadir ve en acayip şeyleri gözden geçirmeye ve incelemeye kendimizi alıştırmaktan başka çare de yoktur.s.60 Kendilerini hayranlığa kaptıranlar ne en aptal, ne de en zeki olanlardır...hayranlığa meyilli başlıca kimseler, oldukça iyi bir sağ duyuya sahip oldukları halde kendi yeterliliklerine inançları olmayan, böylece kendilerini küçük ve aşağı gören kimselerdir (s. 61). Aşk, ruhun bir heyecanıdır. Bu heyecanı ruhların hateketi doğurur. Bu heyecanı, onu yani ruhu kendine uygun görünen şeylerle, isteyerek birleşmeğe teşvik eder....Böylece insan bir bütün tahayyül eder, kendisini de onun yalnız bir bölümü, sevilen şeyi de onun başka bir bölümü olarak düşünür.s.62 İki türlü aşk bir birinden ayırt edilir: Bunlardan biri, iyilik isteyen aşktır; yani ruhu, sevilenin iyiliğini istemeye teşvik eder. Öteki, şehvet aşkıdır; yani, sevilen şeyi arzu ettiren aşktır. Fakat bana öyle geliyor ki bu ayrıma, aşkın özü veya mahiyeti ile değil de etkileri veya neticeleri ile ilgilidir; zira, ne tabiatte olursa olsun, herhangi bir nesneye irade ile katılır katılmaz, onun iyiliğini isteriz; yani, irade ile, ona uygun veya faydalı olan şeyleri ona ekleriz. Bu da, aşkın başlıca neticelerinden biridir. Ve eğer insan bu nesneye sahip olmanın veye irade ile olandan başka bir tarzda onunla birleşmesinin bir iyilik olduğunu hükm ederse, o zaman onu arzu eder. Bu da aşkın en bayağı neticelerinden biridir.s.64 Bana öyle geliyor ki, kendimize kıyasla sevdiğimize karşı beslediğimiz takdire göre de aşkı türlere ayırabiliriz; zira aşkımızın konusuna kendimizden daha az değer verirsek, ona karşı basit bir sevgi duyarız; onu kendimizle eşit değerde görürsek, ona karşı dostluk duyarız; ama ona kendimizden fazla değer verirsek, duyduğumuz ihtirasa tapınma adı verilir. Böylece bir çiçek, bir kuş, bir at için sevgi duyabiliriz; fakat, kafadan adamakıllı sakat olmaksızın insanlardan başkaları için dostluk duyamayız. Bu ihtirasın konusu insanlardır, öyleki insanlarca sevildiğimizi düşündüğümüz ve asil alicenap bir ruha sahip olduğumuz zaman, ne kadar eksikli ve kusurlu olursa olsun, kendisi için pek tam ve mükemmel bir dostluk duymayacağımız insan yoktur. Tapınmaya gelince onun başlıca konusu, şüphesiz, tam olgun ve istün olan Tanrı’dır. Onu gereği gibi bildiğimiz ve tanıdığımız zaman, ona tapmaktan kendimizi alamayız....Şimdi bu üç türlü aşk arasındaki fark, özellikle, neticelerinde ortaya çıkmaktadır; zira hepsinde de kendimizi sevilen şeyle birleşmiş olarak gördüğümüze göre, onlarla birlikte teşkil ettiğimiz bütünün büyük bölümünü muhafaza etmek için, ufak bir bölümünü fada etmeğe her zaman hazır bulunuruz; bu sebepledir ki, basit sevgide kendimizi daima sevdiğimize tercih ederiz; aksine tapınmada ise, sevilen şeyi o derecede kendimize tercih ederiz ki, onu muhafaza etmek için ölmekten korkmayız.s.66 Fakat dış duyularımızla, özellikle öteki duyulardan daha önemli olan, görme duyusu ile bize bu şeklilde sunulan şeyleri güzel veya çirkin olarak adlandırıyoruz. Buradan da iki türlü aşk doğuyor. Onlar da, iyi şeyler için duyulan aşk ile güzel şeyler için duyulan aşktır. İkinciye, onu birinci ile karıştırmamak, hele, çokça aşk adı verilen “arzu” ile hiç karıştırmamak için “zevk” adı veriliyor. s.68...Çiçeklerin güzelliği bizi sadece onlara bakmaya, meyvelerin güzelliği de onları yemeğe tahrik eder, fakat başlıcası kendimizi bir başkası olabileceğini düşündüğümüz birşahısta hayal edilen olgunluklardan, mükemmeliklerden duyulan arzudur; zira tabiat, akılsız hayvanlar arasıda olduğu gibi, insanlar arasında da koyduğu cinsi ayrılığın yanında, dimağda da bir takım intibalar koymuştur. Bunların etkisi ile insan belirli bir yaşta ve belirli zamanda kendini yaradılışca eksik ve ancak bir bütünün yarısı olarak görür. Öteki yarının da öteki cinsten biri olduğuna inanır, böylece de bu yarıyı kazanma, tahayyül edilebilen nimetlerin en büyüğü olarak tabiat tarafından belirsiz bir şekilde gösterilir.s.71 Arthur Schopenhauer Schopenhauer Arthur; Çev. Sümer Erenyılmaz, İrade Felsefesi, Düşünen Adam Yayınları, İstanbul 1993. Schopenhauer içimizde olduğu gibi herşeyde iradenin tek sebep olduğunu söylüyor. Çekme ve itme, birleşme ve ayrılma, mıknatıs ve elektiriğin iradeden ibaret olduğunu sevişenleri ve yıldızları çeken kuvvetin aynı kuvvet olduğunu ileri sürüyor. Üreme iradesini anlatırken kadın ve erkeği yaklaştıran sebebin üreme iradesi olduğunu söyler. “Her canlı olgunluk çağına varınca kendisini üreme hizmetine kurban etmeye koşar. Örümcek dişisi az evvel tohumunu aldığı erkeği yer. Birçok hayvanlar hiç görmeyecekleri torunları için gıda toplarlar. Nihayet insan, çocuklarını beslemek, giydirmek ve yetiştirmek için hemen hemen helak olur. Üreme her canlı organizmanın son gayesi ve en kuvvetli içgüdüsüdür. Çünkü ölümü bu yoldan yenebilir. Ve ölümü yenebilmek için üreme iradesi idrak ve tefekkürün hüküm sürdüğü sahaların tamamen dışında kalır. Bazı filozofların bile çocukları vardır. Bu konuda irade 08.11.2016 Fࠀlozoflara Göre Aşk (Aşk ve Felsefe) ­ Flört, aşk, arkadaşlık, evlࠀlࠀk sࠀtesࠀ ,evlࠀlࠀk sࠀtelerࠀ gࠀbࠀ kadın ve erkek ࠀlࠀşkࠀsࠀne daࠀr her şeyࠀ bulabࠀleceğࠀnࠀz... http://www.ruhࠀkࠀzࠀ.com/fࠀlozoflara­gore­ask­ask­ve­felsefe­makalesࠀ47.html 3/4 hemen hemen idrakten bağımsızdır. Buna göre tenasül uzuvları iradenin asıl odaklarıdır. Ve böylece dimağın ve idrakin zıd kutuplarıdır. Bu sebepten tenasül uzvu Yunanlılarda Fallus, Hintlilerde Lingam ismiyle Tanrılaştırılmıştır. Heziot ve Parmenides demişlerdir ki «Eros, herşeyin başı ve herşeyin yaratıcısıdır». Cinsiyet, harbin sebebi, barışın gayesi, ciddiliğin temeli, istihzanın hedefi ve bütün gizli işaretlerin sembolüdür. Cinsiyet, kainatın hakiki ve irsen intikal eden hakimidir. Ve oturduğu yüksek tahttan kendisini bağlamak isteyen teşebbüslere küçümseyerek bakar. Cinsi aşkın metafiziği, esas itibariyle babanın anneye, ebeveynin çocuğa, ferdin türe kul olmasından ibarettir. İki kişi arasındaki cinsi cazibe gayri meş’ur olsa da karşılıklı üreme arzusunun bir neticesidir. Nihayet çeşitli organlar kendi kusurlarının tamamlayıcısını ararlar. Ta ki bu kusurlar gelecek nesillere intikal etmesin. Bir erkek adele bakımından ne derece çelimsiz ise o derece güçlü kuvvetli kadın arar. Herkes başka şahısta kendi nefsinde eksik hissettiği yönü arar. Ve bunu güzel bulur. İki kişinin vücut yapıları öyle olabilir ki türün devamı bakımından biri diğerini bütünleyici olur. İkisi arasındaki cazibe buradan ileri gelir. Kadının vücudunu inceleyişteki titizliğimiz ve hoşumuza gitmeye başlayan kadını pervasızca ve kritik bir tarzda araştırışımız, bütün bunlar, türün bekası emrinde, farkında olmadan, yaptığımız hareketlerdir. Üreme ve gebe kalmaya elverişli devirden uzaklaştıkça ferdi cazibe azalır. Güzel olmayan bir genç hâlâ bir cazibe tesiri yapabilir. Genç olmayan bir güzelse yapamaz. Aşık olanlar sadece muayyen vasıfta bir ferdi yaratma insiyakı ile hareket ederler. Bu sebepten erkek kadında mukabil aşk aramaktan ziyade ona sahip olmayı ister. Buna rağmen bu çeşit aşk izdivaçları kadar kötü hiçbir şey olamaz. Çünkü izdivacın gayesi, ferdî zevk olma değil, türün bekasıdır. «Aşk yüzünden evlenen ıstırap çekmeye mecburdur» Bu bir İspanyol atasözüdür. İzdivaç problemi ile uğraşan kitapların çok defa gülünç olması şundandır ki evlenmeyi insanlığın devamına yarayan bir müessese olarak değil bir zevk alma işi olarak kabul eder. Tabiat, ana babanın «ebediyen mesut» veya sadece cinsi birleşme günü mutlu olup olmadıklarına bakmaz. Ana babanın aracılığı ile olan evlenmeler çok defa aşk izdivaçlarından daha mesuttur. Buna rağmen ana babasının öğütlerine rağmen aşk yüzünden evlenen kızları bir dereceye kadar «takdir etmek» lâzımdır. Çünkü o daha mühim olan bir şeyi tercih etmiş ve tabiatın emrine uygun hareket etmiştir. Halbuki ana, baba egoizm tavsiyesinde bulunurlar. Aşk, en iyi Eugenique’tir. Aşk, tabiatın bir aldatma vasıtası ve izdivaç aşkın tedrici yıpranmasından ibaret olduğundan izdivaç müessesesi hayal kırıklığı vermeye mahkûmdur. İzdivaçta ancak filozoflar mesut olabilirdi. Ne çare ki filozoflar da evlenmezler! Aşk ihtirası cinsiyetin emrinde bir çılgınlıktan ibaret olduğundan birleşme vuku bulduktan sonra bunalım biter. Ve fert anlar ki «cinsi iradesi» tarafından aldatılmıştır. Eğer Petrark’ın aşk arzusu tatmin edilmiş olmasaydı şarkı söyleyemez olurdu. Ferdin, türün emrinde ve türün devamı için bir aletten ibaret oluşu şununla da sabittir ki vitalitesi, cinsel organının durumuna bağlıdır. s.50” Nietzsche F. Nietzsche İyinin ve Kötünün Ötesinde Türkçesi: Prof Dr. Ahmet İnam. Ara Yayıncılık İstanbul 1989. s:78 Sevdiği için sevildiğini keşfetmek, gerçekten, sevene sevilenin verdiği bir ders olmalı. Nasıl? Seni yine de sevecek kadar alçakgönüllü mü? Yoksa, aptal mı? Yoksa‐yoksa... Kadın ve erkekteki aynı duygu yine de tempo olarak farklıdır: Bu yüzden kadın ve erkek asla birbirlerini yanlış anlamaya ara vermezler. Bir insanın cinselliğinin derecesi ve türü, insan ruhunun en yüksek noktasına dek ulaşır. Sevildiğini bilip de, sevmeyen ruh, en dipteki posasını ele verir; en dipte olanı yukarı çıkar. Cinsel sevgideki müthiş bekleyiş ve bekleyişteki utanç, kadının açısını en başından çarpıtır. Aşk ve nefretin yer almadığı oyunda, kadın orta dereceli bir oyuncudur. Duygusallık, sık sık aşkın büyümesini çabuklaştırır, böylece kök zayıf kalır ve kolayca sökülüp çıkarılır. Bilim bütün gerçek kadınların utançlarına saldırır, biri onların derilerinin altına bakmaya çalışıyormuş gibi duyarlar kendilerini, daha kötüsü, giysilerinin süslerinin püslerinin altına!. Uyanık olduğumuzda da, düşte yaptığımızı yaparız: İlişkide olduğumuz insanları yaratır ve uydururuz sanra unutuveririz hemen. İntikamda ve aşkta kadın, erkekten daha barbardır. Göbeğimizin altı, insanın neden kendini bir Tanrı yerine koyamadığının sebebidir. Şimdiye dek duyduğum en temiz kalmış deyiş? “Dans le véritable amour c’est l’ame qui enveloppe le corpsi” (Gerçek aşkta ruhtur gövdeyi sarıp sarmalayan) Akademisyenliğe eğilimleri olan kadının, genellikle cinselliğinde bozuk birşey vardır. Doğurgan olmayış kendini belli bir erkeksi beğeniyle ortaya koyar; Erkek, eğer denilebilirse, “doğurgan olmayan hayvandır.” Bütünüyle kadın ve erkeği karşılaştırırsak, şu denebilir: Kadının süslenmesi için bunca yeteneği olmazdı, eğer ikincil rolü için güdüsü olmasaydı. Yakınındakini iyi bir düşünceye ayartmak, ardından, yakındakinin bu iyi düşüncesine bütün kalbiyle inanmak. Kadınlar kadar kim becerebilir bu işi? Delilik, tek tek insanlarda pek seyrektir, ama gruplarda, partilerde, halk arasında çağlarda kural olarak bulunur. Aşk, aşkın yüksek ve gizlenmiş özelliğini ortaya çıkarır onda az bulunur ve kural dışı olanı: Böyle olduğunca da onda neyin olağan olduğu konusunda yanıltır insanı. Kendimiz hakkında çok konuşma, kendini gizlemenin bir yolu da olabilir. İnsan, sevgisiyle arasıra rastgele birini kucaklayabilir. (Çünkü herkes kucaklanamaz): Ama bu ona çaktırılmamalıdır. Sonunda insan arzularını sever arzuladıklarını değil. Bana yalan söylemiş olman değil artık sana inanmamam sarsıyor beni.
 Kaynaklar İbn Hazm, Çev. Mahmut Kanık;Güvercin Gerdanlığı: Sevgiye ve Sevenlere Dair, İnsan Yayınları İstanbul 1995 Russell B; Evlilik ve Ahlak. Varlık Yayınları İstanbul 1967. Kernberg OF; Object Relations Theory and Clinical Psychoanalysis. Jason Aronson Inc. 1984. Gardner RA, Psychotherapy with Adolescents, Creative Therapeutics New Jersey 1988. s.61 Jacobson E; The Self and The Object World. International Universities Press, Inc. Connecticut 1993. Bayraktar M; Yunus Emre ve Aşk Felsefesi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Ankara 1994. 08.11.2016 Fࠀlozoflara

sokrates ve aşk

okrates'in Aşk Üzerine Söylevi
Teogoni ve Şölen Bağlamında Aşk-2

Madencilik tanrısı İfestios birgün insanlara sormuş; ''İstediğiniz nedir? Gece ve gündüz birbirinizden ayrılmayacak şekilde birleşmek mi? Eğer arzunuz buysa sizi birlikte eritip yeniden biçimlendireceğim. İkiden bir olacak şekilde. Yaşadığınız sürece tek kişi gibi olacaksınız. Öldüğünüzde de Hades'in karşısına birlikte, tek kişi olarak çıkacaksınız. Fakat bunu isteyip istemediğinizden, size mutluluk getirip getirmeyeceğinden emin olmalısınız.'' Arkaik karakterimiz birlik olduğundan, elbette hiç kimse bu teklifi geri çevirmemiş.

Şölen'de, Aristofanis'in söylevine gelene kadar aşkın temel sorunsalı ikiden bir olmak olarak belirir. Sokrates söz aldığında suyun akışını değiştirir önce. Birşeyi övmekle bırakmak ve onun en önemli özelliklerini belirlemek arasındaki farkı açar. Onun düşünce tarzının belli başlı köşelerini tespit edebiliriz bu diyaloglarda. Diyalektik uslamlamanın patikalarında uzun bir yolculuğa çıkarız. Retoriklerin temelsizliğinin bizi yanlış olana tebelleş edebileceğini ima ederek aşkın dilenci kılıklı bir yoksul olduğuna dair Diotima adlı bilge kadından öğrendiklerini aktarır.

''Aşk üzerine methiyeler düzme işine sizinle birlikte girmekle komik duruma düştüğümün farkındayım. Çünkü ben aşk konusunda çekingenimdir, hiç yaşamış değilim. Nasıl söz söyleyebilirim bu konuda! Saflıktan, bir atışmada insanın hakikati söylemesi ve mantığını bu temel üzerine kurması gerektiğine inanırdım. Ki insanlar, en uygunların en iyilerini seçerek onları sentezlesin. Herhangi birşeyin nasıl methedileceğini iyi bildiğimi düşünerek güzel bir söylev vereceğime dair özgüvenim vardı. Ama göründüğü kadarıyla herhangi birşeyi övmek için bu güzel bir yöntem değil. Övülene en önemli ve en güzel özellikleri yakıştırmak yeterli. Gerçekte bu özelliklere sahip olup olmadığı, söylenenlerin yalan olup olmadığı hiç önemli bir mesele değil. Başta da söylediğimiz gibi her biriniz aşka methiyeler düzer gibi görünüyor ama gerçekte bunu yapmıyorsunuz. Sanırım bu yüzden, her tür argümanı kullanarak aşka değişik özellikler biçmeye çalışıyorsunuz. Onca iyiliklerin kaynağı bir hikmet olduğunu iddia ederek aşkı tanımayanlara elden geldiğince güzel göstermeye çalışıyorsunuz. Onun ne kadar muhteşem, güzel ve övgüye değer olduğunu bilenlere değil. Fakat ben methiyenin nasıl olması gerektiğini de aşkın kendisi gibi bilemediğimden aklımla değil dilimle size bu işi yapacağım sözünü vermiştim.''

'Tanrıların bile' boyun eğdiği 'ihtiyaç', Antik Yunan felsefesinin 'nedensellik' kategorisi gibidir. Sokrates ilk önce sözü edilenin bir şeyin mi bir kişinin mi aşkı olduğunu sorar. Anne-babaya duyulanı aşk olarak adlandırmanın gülünçlüğünü hatırlatır. Böyle birşey değildir sorduğu. Sonra, aşka kimin ihtiyaç duyacağı sorusunu sorar. Ona sahip olan mı yoksa ona sahip olmayan mı? Güzelliği isteyen ona sahip olduğu için mi ister, sahip olmadığı için mi? Uzun bir insan uzun olmak ister mi? İnsan, sahip olmadığı, eksikliğini duyduğu şeye aşk duyar. Yoksun olunana aşk, Sokrat'ın söylevindeki ilk başlıktır.

Devamında Agaton'un 'çirkin için aşk olamayacağı, aşkın güzeller için olduğu' fikrine gönderme yaparak bunun 'çirkinin değil güzelin aşkı' olarak adlandırılması gerektiğini belirtir. Yoksunluk kuralını anımsatarak 'aşkın güzelliğinden yoksun olanın nasıl güzel olabileceğini' sorar.

- Anlaşılan tehlikedeyim, dedi Agaton; az önce söylediklerimden hiçbirini bilmediğimi kabul ediyorum.

- Fakat iyi diyordun, dedi Sokrates. Ama birşey daha söyle bana; iyi olan aynı zamanda güzel değil midir?

- Elbette.

- O zaman, aşk güzellikten mahrum olduğunda, güzel olan aynı zamanda iyi olduğuna göre iyiden de mahrum olacaktır.

Bu noktada Sokrates ve Diotima arasındaki diyalog aktarılır.

- Olur mu öyle şey Diotima? Aşk kötü ve çirkin midir?

- Küfretme Sokrates! Güzel olmayan birşeyin zorunlu olarak çirkin olacağını mı sanıyorsun?

- Elbette.

- O zaman bilge olmayan da cahil öyle mi? Bilgelik ve cahillik arasında başka birşey daha olduğunu kavramamış olmayasın?

- Nedir o?

- İnsanın doğru gerekçelendirmelere sahip olmadan bir konuda doğru bilgiye sahip olması ne bilim (mantıkla ispat edilemeyen bir şey nasıl bilimsel olabilir?) ne de bilgisizliktir (insanın gerçeği bulması nasıl bilgisizlik olarak adlandırılabilir?) Böyle birşeydir doğru bilgi; sağduyu ve cehalet arasında.

-Haklısın, der Sokrates.

- Her güzel olmayanın çirkin olacağını, her iyi olmayanın kötü olacağını sanma, der Diotima. Madem aşk ne iyi ne de güzeldir, bunun çirkin ve kötü anlamına geleceğini sanma; ikisinin arasında birşeydir.

- Fakat onun büyük bir tanrı olduğunu herkes kabul eder, der Sokrates.

- Herkes derken onu tanıyanları mı kastediyorsun, tanımayanları mı?

-Genel olarak herkes.

- Nasıl oluyor Sokrates, herkes onun büyük bir tanrı olduğunu kabul ederken aslında tanrı bile olmadığını söylüyorlar?

- Kimmiş onlar? diye sorar Sokrates.

-Biri sensin diğeri de ben. Çok basit; söyle bakalım, bütün tanrılar mutlu ve güzel değil midir? Aksini söylemeye cesaret edebilir miydin?

-Tabii ki hayır.

- Güzel ve iyi şeyleri olanlara mutlu demiyor muyuz?

- Kesinlikle.

- Fakat iyi ve güzelin yoksunluğundan aşkın bunları arzuladığını kabul etmedin mi?

-Ettim.

- İyi ve güzelden yoksun olan nasıl tanrı olabilir?

- Göründüğü kadarıyla olamaz.

- Sen de Aşk'ı tanrı olarak kabul ediyorsun, gördün mü?

- Nasıl başka türlü olabilirdi ki? Ölümlü mü?

- Ondan hariç herşey.

- Ne fakat?

- Daha önce dediğimiz gibi; ölümlü ve ölümsüz arasında.

- Nasıl yani Diotima?

- Büyük Cin* o Sokrates.  Bütün cinler tanrı ve ölümlüler arasındadır.

- Nasıl bir gücü var?

- Tanrılara insani olanı, insana da tanrısal olanı taşıma ve yorumlama gücü var. Duaları ve adakları tanrılara, emir ve ödülleri insanlara taşır. Aradaki boşluğu doldurarak evrenin tamamlanmasını, kendisiyle bağlanmasını sağlar.

Söyleşinin vardığı bu aşamada Diotima, kendi mesleği olan büyücülüğün ve kutsal işlerin, bütün biçimleriyle bilgeliğin cinlere işçilik yapmaktan başka bir anlamı olmadığını belirtir. Sokrates, soru sormaya devam eder;

-Anası babası kimdir?

- Uzun hikaye ama sana kısaca anlatayım. Afrodit doğduğunda tanrılar ziyafet verdiler. Mitidos'un oğlu Poros (ürün-kaynak) da onlarla beraberdi. Bu büyük ziyafet bittiğinde Pina (açlık) kendisine de bir sadaka verilir umuduyla gelip kapıda durdu. Poros, (o zamanlar henüz şarap olmadığından) içtiği nektardan sarhoştu ve Zeus'un bahçesinde uyuyakaldı. Bunu gören Pina, bir geçim aracı olmadığından onunla bir çocuk yapmaya karar verdi ve yanına uzandı. Böyle doğdu Aşk. Onun doğumgününde doğduğu ve doğası gereği güzele sevdalı olduğu için Afrodit'in takipçisi ve hizmetkarı oldu. Açlık ve geçimin oğlu Aşk böyle doğdu. Herşeyden önce, her zaman yoksuldu ve dahası çoklarının sandığı gibi yumuşak ve güzel değil sert, kirli, yalınayaktı ve başını sokacak bir çatıdan mahrumdu. Annesinin doğasına sahip olarak, yataksız yorgansız yollarda ve kapı önlerinde uyur, Fukaralık'la her daim yoldaşlık ederdi. Babasından aldığı özellikler de çoktu; cesaret ve cüretle tehlikelere atılarak güzel ve iyi olanın peşine düşen korkunç bir avcıdır. Sürekli düzenbazlık yapar. Bütün hayatının felsefesini yapar ve bilgi karşısında tutkulu bir mucittir. Korkunç bir büyücü ve sofisttir. Doğası gereği ne ölümlü ne de ölümsüzdür.

Aşkın doğası ne ölümsüz ne de ölümlü. Kimi zaman doğduğu gün ölüyor, kimi zaman yeniden doğuyor.  Babasının doğasından gelen yeniden başarma gücüyle ele geçirdiği, hızla kayıp gidiyor ellerinden. Bu yüzden, aşk ne yoksul ne de zengindir. Bilgelik ve bilgisizlik arası bir yerdedir. Çünkü, tanrılardan hiçbiri felsefe yapmıyor., bilge olmak gibi bir arzuları da yok. Çünkü öyleler. Eğer bir insan bilgeyse felsefe yapmaz. Cahiller de felsefe yapmaz, bilge olmak istemezler. Cahilliğin kötülüğü de burda zaten. İyi, güzel  veya doğru olmadan, tatmin edici derecede bu özelliklere sahip olduğunu sanır. Eğer bir insan, birşeyden mahrum olduğunu düşünmüyorsa onu arzulamaz.
-          Peki felsefe yapanlar kim o zaman? Madem ne bilge ne de cahiller,dedim ben.
-          Apaçık ortada, bir çocuk bile bunu anlar, dedi. Bu ikisinin arasında bulunurlar. Onlardan biri de aşk. Çünkü, bilgelik en güzel şeylerden biridir. Şk, güzele olan aşktır. Kaçınılmaz olarak filozoftur. Ve bir filozof olarak, cehalet ve bilgelik arasındadır. Doğuştan böyledir. Babasından bilgeliği, annesinden ise ne yapacağını bilemeyişini miras edinir. İşte, aşkın doğası böyledir Sokrates. Ama sen aşkın başka bir şey olduğunu sanıyordun ve buna şaşırdığımı söyleyemem. Söylediklerinden çıkardığıma göre, aşkın aşk nesnesi olduğunu sanıyordun, öznesi değil. Bu yüzden sanırım, aşk sana çok güzel, harikulade bir şey gibi görünüyordu. Çünkü, gerçekten de aşkın nesnesi güzel, şefkatli, mükemmel ve hayran olunası. Ama sana anlattığım gibi, aşkın öznesi bambaşka bir çehreye sahip.

Ben de o zaman;

-          Olsun, doğru söylüyorsun yabancı. Ama madem aşk böyle, insanların ihtiyaç duydukları ne? diye sordum.
-          Tam da bu Sokrates, sana anlatmaya çalışacağım. Aşk böyle birşey işte, böyle doğdu. Ve senin de dediğin gibi, aşkın nesnesi güzellik. Biri de çıkıp, ‘güzele duyulan aşk nedir Sokrates Diotima?’ diye bize sorsaydı? Aşık olan güzelliklere mi aşık oluyor? Neyi seviyor?
-          Kendisinin olmalarını, dedim.
-          Ama kendisinin olduğu halde, hala istiyor, dedi. Cevabın başka bir soru daha doğuruyor; güzelliklere sahip olan ne kazanacak?
Bu soruya cevap vermenin benim için hiç kolay olmadığını söyledim o zaman.
-          Ama, dedi, eğer biri güzelin yerine iyiyi koyup ‘söyle bakalım Sokrates, aşık olan iyinin aşkıyla mı seviyor? diye sorsa?
-          Kendisinin olmalarını seviyor, dedim ben.
-          İyiye sahip olan ne kazanacak?
-          Bunu yanıtlamak benim için çok kolay, mutlu olacak, dedim.
-          Mutlular, bazı değerlere sahip olarak mutlu oluyorlar demek... Ama, mutlu olmak isteyen neden mutlu olmak ister diye sormamız gerekmez mi? Nitekim, öyle görünüyorki bunun cevabıyla tartışma sonlanacak.
-          Doğru söylüyorsun, dedim.
-          Bu arzu ve aşk sence bütün insanlarda ortak mı? Herkes iyi olana mı sahip olmak ister yoksa farklı mı düşünüyorsun?
-          Herkeste aynıdır sanırım, dedim ben.
-          Neden herkes aşık demiyoruz o zaman Sokrates? Madem herkes her zaman böyle şeylere aşık olur... Ama ‘sadece bazıları aşk, diğerleri değil’ diyoruz.
-          Ben de şaşıyorum, diye yanıtladım.
-          Şaşırma, dedi. Çünkü, öyle görnüyorki, aşkın bir türünü ayırıp ona bütünün adını veriyor, aşk olarak adlandırıyoruz. Aşkın diğer türleri içinse farklı isimler kullanıyoruz.''



1. kural: Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok, eğer, tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.

Şemsin 40 kuralının ilkidir bu. İkinci kuralda şöyle der; ''Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil.''

Ol sebeple biz de kırılgan bir hediye olan hayatımızı aşka seccade ettik efendim. Nefsimizi silmemenin bedeli ağır oldu. Şems'in ardından dediklerini bizim için de dediler. Biz de Şems'in bıraktığı yerden sürdürelim.

Şu dünyayı yaşanır kılarak nihilistlerin ağzını açık bırakan o şeyden sözetmeyi sürdürelim. Her vesileyle hatırlayalım ve hatırlatalım; varlığımızın biricik amacı odur.



* δαίμονας: Faruk Tuncay'ın Yunanca-Türkçe Sözlük'ünde cin, iblis, şeytan gibi karşılıkları olsa da çoktanrılı yapıdaki bu kavramı kendi çerçevesi içinde anlamamız gerekir. Bir topluluk olduklarından şeytan değil de cin demek daha doğru olabilirdi. Demonyazmenos cinnet geçirmiş olarak çevrilebileceğine göre...

SOKRATES'İN SAVUNMASI(ÖZET)


Dostlarım!Bana suçlama yöneltenlerin üzerinizde nasıl bir etki bıraktıklarını bilemiyorum,ancak hiçbiri doğru olmayan sözleri o kadar etkileyiciydi ki onları dinlerken neredeyse kim olduğumu unutuyordum.Bu kadar yalan söz arasında en şaşırdığım şey,benim sözlerimin sizleri kandırmasına izin vermemeniz ,buna karşı dikkatli olmanıza yönelik uyarıydı.Uyarı aslında benim yetenekli bir hatip olduğuma işaret ediyor.Çekinmeksizin bunu söylediklerine göre sanırım utanmaz insanlar kendileri.Çünkü birazdan hiç de iyi bir hatip olmadığım göründüğünde ,yalanları ortaya çıkacak.
Sevgili dostlarım!Yine de şunu söylemek istiyorum:Onlar gibi yaldızlı sözlerle ve güzel deyimlerle konuşmayacağım.Çoğunuzun beni kentin meydanlarında gördüğü şekilde konuşarak kendimi savunduğumu görürseniz şaşırıp beni azarlamayın.İzninizle durumumu anlatacağım:Yetmiş yaşındayım,ilk defa mahkemedeyim ve buradaki konuşma şekline alışık değilim.Başka bir kentten gelseydim ülkemin lehçe ve geleneklerine uygun şekilde konuşmamı garipsemezdiniz.Şimdi de aynı şeyi yapmanızı rica ediyorum.Konuşma şeklimin güzelliğiniden çok hakkımda söylenenlerin doğruluğunu inceleyin.Nasıl ki avukatlların asıl görevi doğruyu söylemekse,hakimlerin asıl görevleri de iddiların doğrulğunu araştırmaktır.
Sayın yargıçlar!Sanırım yapmam gereken şey,öncelikle bana uzun zamandan bu yana yöneltilen suçlamalara yanıt vermek ,ardından da yeni suçlamalara geçmek olacaktır.Suçlamaların konusunda böyle bir ayrım yapmamın nedeni ,uzun zamandan bu yana bana yönelik haksız suçlamalar getiren çok sayıda insan olmasıdır.Anytos ve arkadaşları da benim için tehlikeli ama ben bu insanlardan daha çok korkarım.Atinalılar!Bugün bile bu insanlar çok daha tehlikeliler.Sokrates adında bir bilge adam olduğu söyleniyor,bu adamın gökyüzünde olanlardan haberdar olduğu ,yerin altındaki her şeyi incelediği ve zayıf argümanla güçlü argümanı yendiği söyleniyor.İşte bu yalanlarla çocukluğunuzdan bu yana aklınızı karıştıran insanları kastediyorum.Beni suçlayanlar arasında büyük tehlike oluşturanlar ,bu insanlardır.İlginç olan,bir komedya yazarı dışında suçlamaları getiren insanları tanımıyorum,hiç birinin ismini size söyleyemem.Kimi zamanlar yalnızca benim hakkımda duyduklarını söyleyen ancak zaman zaman da kıskançlık nedeniyle sizleri bana karşı kışkırtan bu insanlarla başa çıkmak zordur.Bu insanları mahkemeye getirip sorgulama şansımız yok,bu nedenle de savunmamı yaparken,söylediklerime yanıt verecek birisi olmadığından gölgelere karşı,görünmez suçlayıcılara karşı kendimi savunacağım.
Atinalılar!işin niteliğini bildiğimden ,zorluğundan da haberdarım.Neyse bu işi Tanrıya bırakalım.Ben kendi üzerime düşeni yapıp,kanunlara uygun biçimde savunmamı yapacağım.
Öncelikle beni bu kadar istenmeyen bir insan haline getiren ve Meletos'un suçlamaları yöneltmesine neden olan suçlamayı düşünelim:"Sokrates işi olmayan şeylere karışmakta ,sadece yerin altındakileri değil,aynı zamanda gökyüzündekileri de araştırmaktadır.Yanlış olanı doğru gibi gösteriyor ve diğer insanların da peşinden gitmelerini sağlıyor."Suçlama bu sözlerle devam ediyor.Ancak dostlarım ben böyle konulara hiç ilgi duymadım.Söylediklerimin doğruluğnu ispatlayabilmek adına burada bulunanların çoğunluğuna sesleniyorum.Beni dinleyenler bu konular hakkında konşutuğumu duyan var mı?Duyan varsa lütfen ayağa kalkarak diğer insanların akıllarının karışıklığını gidersin.Eğer birisi benim kendisini eğittiğimi ve bunun için para istediğimi söylüyorsa bunun yalan olduğnu bilin.
Şimdi birisi belki şöyle diyebilir:"peki neden Sokrates !Bu suçlamalar ortaya çıktı?Senin böylesine hatalı olduğunu gösterilmene yol açan neden ne?Tamamen sıradan şeyler yapsaydın senin hakkında bu kadar dedikodu ve gürültü çıkmazdı."
Bence bu çok mantıklı bir istek olurdu.Ben de neden böylesine kötü bir üne sahip olduğumu mümkün olduğunca sizlere anlatmaya çalışacağım.Şimdi bütün dikkatinizi buraya yöneltin ve beni dinleyin.Kimileriniz şaka yaptığımı ve ciddi olmadığımı düşünebilirler.Ancak söylediklerimde ciddi olduğumdan emin olunuz.
Dostlarım!Sevgili Atinalılar!Bu üne sahip olmamın nedeni sahip olduğum kısmi bilgelik.Bunu nasıl bir bilgelik olduğunu merak edeceksinizdir.Söylemek istediğim şey, insana özgü bir bilgelik.Evet benim bilgeliğim çok kısıtlı bir alanda.Oysa şimdi sözünü ettiğimi bilgeler,insanüstü bir anlamda bilge olanlar.İşin doğrusu onların bilgeliklerini başka nasıl açıklayabileceğimi bilemiyorum.Beni böyle bir bilgelikle ilgim yok,eğer olduğunu söyleyen varsa,o kişi yalancı ve iftiracıdır.
Khairephon'u tanıyorsunuzdur.Günün birinde Khairephon Dephoi tapınağına gidiyor ve Tanrının elçisi Pythia 'ya benden daha bilge bir insan olup olmadığını sormuş.Pythia da olmadığı yanıtını vermiş.Gerçi Khairephon öldü ama mahkemede şu an kardeşi var.Kendisi şahit olacaktır.
Peki bunları neden size anlatıyorum,bunu düşünün.İftiraların ilk defa ne zaman ortaya çıktığını anlatmak istiyorum.Tanrının mesajını duyduğumda kendi kendime şöyle dedim."Tanrı ne demek istiyor?Neden basit konuşmadı da bir bilmece kullandı?Ben küçük ya da biyik bir bilgeliğim olmadığını biliyorum.Şimdi benim dünyadaki en bilge insan olduğumu söylerken ne demek istedi?Tanrı yalan söylemez,böyle birşey Tanrı için doğru olmaz.
Tanrının mesajını uzunnca bir süre düşündüm.Ve şaşkınlığım geçtikten sonra gönülsüz de olsa bir bilgenin yanına gidecektim.Sonunda şöyle diyecektim:"Benim en bilge insan olduğumu söylüyordun,ancak bak benden daha bilge birisi."
Bu kişinin yanına gittim ve onu inceledim.Adını söylemeyeceğim ama o zamanlar siyasetle ilgilendiğini belirteyim.

Şölen / Platon



Başkası için ölmek, bunu yalnız sevenler yapabilir, erkekler değil
yalnız, kadınlar bile. Pelias'ın kızı Alkestis(21) Yunanlılara bu dediğimin
örneğini verdi: Kocası için ölmeyi bir o göze aldı, oysa ki anası da vardı,
babası da. Ama Sevgi, kadına öyle bir yürek verdi ki, onun yanında ana baba,
oğullarına sadece isimle bağlı birer yabancı gibi kaldılar. Bir kadın yaptı
bunu, hem öylesine yaptı ki, yalnız insanlar değil, tanrılar bile şaştı kaldı
ve o kadar güzel buldular ki yaptığını, Hades'ten yukarı çıkmasına izin
verdiler. Oysa bu yetkiyi tanrılar nice nice güzel işler yapmış nice nice
insanlar arasında pek az kimselere vermişlerdir. Demek tanrılar da Sevginin
insana kazandırdığı gücü ve erdemi her şeyden üstün tutuyorlar. Buna karşılık,
Oiagros'un oğlu Orpheus(22), Hades'ten elleri boş dönüyor, almaya geldiği
karısının kendisini değil, sadece hayaletini götürüyor. Çünkü, tanrılara göre
Orpheus, yumuşak davranmış, - ne de olsa bir çalgıcı - Alkestis gibi ölmeyi
gözüne alacak yerde, binbir çareye başvurup, Hades'e ölmeden girmenin yolunu
bulmuş. İşte bu yüzden tanrılar cezasını veriyor, ölümü kadın eliyle oluyor.
Ama Thetis'in oğlu Akhilleus'a(23), Mutlular Adalarına(24) gitmek şerefini
veriyorlar. Neden, çünkü annesi diyor ki ona: Hektor'u öldürürsen, sen de
öleceksin, öldürmezsen, yurduna dönüp uzun uzun yaşayacaksın. O gene, sevdiği
Patroklos'un yardımına koşmak, öcünü almak yiğitliğini gösteriyor, onun için
ölmeyi değil yalnız, o öldükten sonra ardından gitmeyi de göze alıyor. İşte
bundan ötürü, yani kendini sevene böylesine değer verdiği için, tanrılar
yaptığına hayran, hem de nasıl hayran kalıp, ona görülmedik şerefler
bağışlıyorlar.

Şunu söyleyeyim ki, Patroklos, Akhilleus'un sevgilisiydi demekle
saçmalıyor Aiskhylos(25). Akhilleus, yalnız Patroklos'tan değil, bütün
yiğitlerden daha güzelmiş bir kere; Homeros'un dediği gibi, daha saklı
terlememiş, yani Patroklos'tan daha gençmiş. İşin doğrusu şu ki, sevgiden
gelen erdeme en çok değer veren tanrıların asıl hoşlandıkları, hayran
oldukları şey, sevenin sevgilisine gösterdiği sevgiden çok, sevileni sevene
bağlayan sevgidir. Çünkü seven, tanrılara daha yakındır, özünde tanrılık
vardır; işte bu yüzden Akhilleus'u Alkestis'ten daha fazla beğenmiş ve onu
Mutlular Adalarına göndermişlerdi.

(...)

İnsan aslında neydi, ne oldu, önce bunu bilmemiz gerek. Çünkü insan,
her zaman bugünkü gibi değil, bir başka türlüydü. İnsan soyu ilkin üç çeşitti.
Şimdiki gibi erkek, dişi diye ikiye ayrılmıyordu, her ikisini içine alan bir
üçüncü çeşit daha vardı. Bu çeşidin kendi kayboldu, sadece adı kaldı:
Androgynos denilen bu çeşidin adı gibi biçimi de hem erkek, hem dişiydi; bugün
sözü edilmesi bile ayıp sayılır. İşte bu insanlar yuvarlak sırtları ve
böğürleriyle tostoparlak bir şeydiler. Her birinin dört eli, bir o kadar da
bacağı vardı. Yusyuvarlak bir boyun üzerinde birbirine tıpatıp eşit, ama ters
yöne bakan iki yüzlü bir tek kafa, dört kulak; edep yerleri ve herşeyleri de
ona göre hep ikişer. Yürürken istedikleri öne doğru, bizim gibi, düpedüz adım
atabilir, koşmak istedikleri zaman da, tepetaklak, havaya fırlayan
bacaklarıyla bir tekerlek olur, sekiz kola, bacağa birden dayandıkları için,
döne döne uçar giderlerdi. Peki ama, neden insanlar üç çeşitti, neden dediğim
gibiydiler? Çünkü erkek, aslında güneşten gelmeydi, dişi bu dünyadan, ikisini
birleştiren cins de aydan; ay hem güneş, hem de dünyaya bağlı ya. Toparlak
olmaları, döne döne gitmeleri de bu gezegenlere çektikleri içindir, Homeros'un
anlattığı Ephialtes ile Otos(33), bu cins insanlar olacak. Hani göğe
tırmanmaya, tanrılara karşı koymaya yeltenmişler.

Bunun üzerine Zeus ve öbür tanrılar görüşmüş, konuşmuşlar, ne
yapacaklarını pek bilememişler. Bir yandan insanları yok etmek, devler gibi
soylarını yıldırımla yakıp, kül etmek istemiyorlarmış (çünkü o zaman
insanların kendilerine sundukları kurbanlar bitermiş), öte yandan da
küstahlığın bu derecesine göz yumamazlardı. Zeus uzun uzun düşündükten sonra,
"Galiba bir çare buldum," der, "insanlar hem kalsın, hem de kuvvetten düşüp
hadlerini bilsinler. İkiye böleceğim onları, böylece hem zayıf düşecekler, hem
de sayıları artıp, bizim için daha faydalı olacaklar. Üstelik iki bacak
üstünde doğru düsürst yürüyecekler. Yine de hadlerini bilmez, uslu
durmazlarsa, yeniden ikiye bölerim, bu kez tek bacak üzerinde zıplaya zıplaya
giderler."

Böyle der Zeus ve der demez de insanları tutar ikiye böler, tıpkı bir
meyveyi kışa saklamak için ikiye böler gibi, ya da bir yumurtayı ince bir
kılla ortasından keser gibi.

Zeus, kestiği adamların yüzünü boyunlarıyla Apollon'a tersine
çevirtmiş ki, kesilen yerlerini görsünler ve akılları başlarına gelsin.
Yaralarını iyi etmesini de buyurmuş. Apollon da yüzlerini tersine çevirmiş,
derilerini şimdi karın dediğimiz yerde bir kesenin ağzını kapar gibi
birleştirmiş, orta yeri sıkı sıkı üzmüş ve bir tek delik bırakmış. İşte biz
buna, göbek diyoruz. Sonra bakmış buruşuklukları var, onları düzeltmiş,
ayakkabıcıların deriyi yontmak için kullandıkları bıçağa benzer bir araçla
göğüslerine bir biçim vermiş; ama eski hallerini unutmasınlar diye, karnın ve
göbeğin ötesinde berisinde birkaç kırışık bırakmış.

İnsanın yapısı böylece ikileşince, her yarı öbür yarısını özleyip,
üstüne atlıyor, kollarını birbirine sarıp, yeniden bir bütün haline gelmek
arzusuyla kucaklaşıyor, birbirinden ayrı hiçbir şey yapmak istemeyerek,
açlıktan ve işsizlikten ölüp gidiyorlarmış. Yarılardan biri ölünce, sağ kalan,
bir başkasını arıyor, ona sarılıyormuş, rasgele sarıldığı bir insan bir erkek
yarısı da olabiliyormuş, dişi yarısı da (ki bugün bir bütün olan bu dişi
yarıya kadın diyoruz). Bu yüzden insan soyu azalıp gidiyormuş. Zeus, hallerine
acımış, bir başka çare bulmuş, ayıp yerlerini önlerine getirmiş, çünkü arkada
olunca, çiftleşerek değil, ağustosböcekleri gibi, toprağa yumurta döküp
çoğalıyorlarmış. Ayıp yerleri öne alınınca, dişi-erkek birleşip çoğalmaya
başlamışlar. Maksadı şu imiş: Çiftleşme erkekle kadın arasında olursa, insan
soyunun çoğalmasını sağlamış olacak, yok eğer erkekle erkek arasında olursa,
arzularına kanarak, başka işlere yönelecekler, yani hayatlarında başka
amaçları olacak. Demek ki insanın kendi benzerine duyduğu sevgi, çok eski bir
zamandan kalmadır, Sevgi, bizim ilk yapımızı yeniden kuruyor, iki varlığı bir
tek varlık haline getiriyor, kısacası insanın yaradılışındaki bir derde deva
oluyor.

Her birimiz bir insanın symbolon'u(34), tamamlayıcı parçasıyız, pisi
balıkları gibi bir bütünün yarısına benzeriz, onun için de hep tamamlayıcı
parçamızı arar dururuz. Demin Androgynos dediğimiz katışık varlığın bir
parçası olan erkekler, kadınlara düşkündür, bir kadınla yetinmeyen erkeklerin
çoğu da bunlardan gelmedir; erkeklere düşkün, kocalarıyla yetinmeyen kadınlar
da bunlardandır. Fakat bir dişiden kesilme kadınlar, erkeklere hiç yüz
vermezler ve daha çok kadınlara meylederler, seviciler de bunlar arasından
çıkar. Bir erkekten kesilme erkeklere gelince, onlar de erkek yarılarını
ararlar ve çocukken erkek asıllarının parçaları olarak, erkekleri severler;
onlarla düşüp kalkmaktan, kucaklaşmaktan hoşlanırkar. Çocuklar ve delikanlılar
arasında en iyileri bunlardır, çünkü yaradılışlarından erkeklik en çok
onlardadır. Oysa birçokları bunları edepsiz diye ayıplarlar. Yanlış! Çünkü bu
işi edepsizlikten yapmazlar, içlerinde atılganlık, mertlik, erkeklik olduğu
için kendilerine benzeyene bağlanırlar. Bunu ortaya koyan bir olay da şudur:
Yalnız onlar yetiştikleri zaman, tam adam olur ve devlet işlerine girerler.
Olgun çağlarında onlar da erkek çocukları severler ve yaradılışları gereği
evlenmeye, çocuk yapmaya heves etmezler, bu işi sırf adet yerini bulsun diye
yaparlar. Ömür boyunca kendi aralarında bekar yaşamak, bol bol yeter onlara.
Kısacası bu türlü insanlar hep kendi cinsinden olanlara bağlı kalır, erkekleri
sever yalnız.

İnsanların karşısına demin sözünü ettiğim kendi yarısı çıktı mı, ister
erkek çouklara, ister başkalarına düşkün olsun, derin bir dostluk, akrabalık,
sevgi duygusuyla vurulmuşa döner, bir an için bile ondan ayrılmak istemez.
Bütün ömürlerini bir arada geçiren bu insanlar birbirinden ne istediklerini
anlatamazlar size. Kimse diyemez ki, onlar bu kadar coşkunlukla birleştiren
zevk sadece bir cinsel arzu ortaklığıdır. Bu iki candan her birinin aradığı
bambaşka bir şeydir, istediklerini duyar, sezer de anlatamazlar. Onları şimdi
bir yatakta uzanmış olarak düşünün, Hephaistos bütün aletleriyle karşılarına
dikilip soruyor: "Ey insanlar! Birbiriniz için dilediğiniz nedir?" Bu soru
karşısında sevgililer susacak. Hephaistos bir daha soracak: "Şu mu yoksa
candan dilediğiniz; öylesine kaynaşmak, bir tek varlık olmak ki, artık ne
gece, ne gündüz sizi birbirinizden ayıramasın. Eğer bu ise istediğiniz, sizi
bir arada eriteyim ve körükleye körükleye kaynatayım sizi birbirinize. İkiyken
bir olur, ömrünüz boyunca bir tek insan gibi aynı hayatı yaşarsınız. Öldükten
sonra da, öbür tarafta Hades'te iki olacağınıza bir olur, aynı ölümü
paylaşırsınız. Düşünün, bu mudur arzuladığınız? Böyle bir kadere razı
mısınız?" Hangi sevgililer bunu duyar da, hayır der, başka bir şey
isteyebilir? Tersine, bu sözde çoktandır özledikleri bir şey dile gelmiş olur:
Sevdiğine kavuşmak, onda erimek, iki ayrı varlıkken bir tek olmak.

(...)

Bunun üzerine Sokrates söze başlamış:

- Evet, sevgili Agathon, sen söze güzel başladın sanırım. Önce
Sevginin ne olduğunu anlatmak sonra neler yaptığını ortaya koymak gerektiğini
söylemekte haklıydın. Bu başlangıca hiç diyeceğim yok. Peki, madem Sevginin ne
olduğunu bu kadar güzel, bu kadar parlak sözlerle anlattın, şunu da söyle
bize: Sevgi kendiliğinden bir başka şeyin sevgisi midir, yoksa, hiçbir şeyin
sevgisi değil midir? Sevgi, bir ananın ya da babanın sevgisi midir diye
sormuyorum, gülünç olur böyle bir soru, ama tut ki, baba, baba olarak nedir
diye düşündük de, ben sana sordum: Baba bir başkasının babası mıdır, yoksa
kimsenin babası değil midir? Ne cevap vereceksin? İster istemez: Baba bir
oğlun ya da bir kızın babasıdır diyeceksin, değil mi?

- Elbette, demiş Agathon.
- Ana için de öyle demez misin?

Bunu da kabul etmiş.

- Şimdi bir şeyler daha sorayım da, ne demek istediğimi daha iyi anla.
Bir kardeş, kardeş olarak birinin kardeşi midir, değil midir? diye sorsam.

- Evet, birinin kardeşidir, derim.
- Bir erkek ya da bir kız kardeşin kardeşi?
- Evet.
- Şimdi sevgi için aynı şeyi düşün ve söyle: Sevgi, bir şeyin sevgisi
midir, yoksa bir şeyin sevgisi değil midir?

- Elbette bir şeyin sevgisi olacak.
- Peki bunu aklında tut: Sevgi bir şeyin sevgisidir. Şunu da söyle
bakalım: Sevgi, sevdiği şeyi arzular mı, arzulamaz mı?

- Arzular tabii.
- Kendinde olan bir şeyi mi arzular, sever; yoksa kendinde olmayan bir
şeyi mi?

- Kendinde olmayanı herhalde.
- Herhaldeyi bırak da, kesin olarak söyle: Arzulamak bizde olmayanı
istemek midir, değil midir? Bizde olan bir şeyi arzu eder miyiz, etmez miyiz?
Bana öyle geliyor ki, bunun başka türlü olması düşünülemez. Sen ne dersin,
Agathon?

- Bana da öyle geliyor.
- Güzel. Gerçekten, büyük olan büyük, güçlü olan güçlü olmayı
isteyebilir mi?

- Söylediklerimize göre isteyemez.
- Demek insan, kendinde olan şeylerden yoksun olamaz.
- Doğru.

- Ya güçlü olan güçlü olmayı arzu ederse, çevik olan çevik olmayı,
sağlam olan sağlam olmayı?.. Öyle ya, biri çıkar der ki; kendinde bunlar ve
buna benzer değerler bulunan kimse bu değerleri arzu da edebilir. Bir
yanlışlık yapmamamız için, bu nokta üzerinde duruyorum. Bir insan düşün ki,
Agathon, bugün istese de, istemese de, bu değerler elinde. Bu insan, kendinde
ister istemez olan bir şeyi nasıl arzu edebilir? Ama birisi bize diyebilir:
Ben sağlamım, sağlam olmak da istiyorum, zenginim, zengin olmak da istiyorum,
demek ki bende olanı arzu edebiliyorum. Ona şöyle cevap verebiliriz: Be adam,
sen zenginliği, sağlığı, gücü, gelecek için istiyorsun, çünkü bugün için
istesen de, istemesen de bunlar sende var. Bende olanı arzu ediyorum dediğin
zaman, acaba demek istediğin şu olmasın: Bugün elimde olanı yarın için de
arzuluyorum: Bunu doğru bulmaz mı o adam?

- Bulur.
- Bütün bu değerlerin ileride bizim olmasını, elimizde kalmasını
istemek, henüz elimize geçmemiş bir şeyi sevmek değil midir?

- Öyledir.
- Demek bu adam da, her arzu eden gibi, henüz elinde, emrinde olmayanı
istiyor: Arzunun, sevginin aradığı, erişmediğimiz bir durum, yoksun olduğumuz
bir şey değil mi?

- Budur.
- Haydi öyleyse, ne üstüne anlaştığımızı bir düşünelim şimdi.
Birincisi sevgi bir şeyin sevgisi midir, ikincisi de sevgi henüz bizde olmayan
bir şeyin sevgisi midir?

- Evet.
- İstersen ben sana hatırlatayım. Aldanmıyorsam, senin dediğin şuydu:
Tanrıları uzlaştıran, güzellik sevgisidir, çirkinlik sevgisi diye bir şey
yoktur. Bu değil miydi söylediğin?

- Buydu.
- Ha şöyle, ağzına sağlık, dostum! Demek sevgi yalnız güzelliğin
sevgisidir, çirkinliğin değil.

- Kabul.
- Peki, sevmek bizde olmayanı istemektir demedik mi?
- Dedik.
- Öyleyse sevgi, güzellikten yoksundur.
- İster istemez.
- İyi, ama güzellikten yoksun, güzelliğe kavuşmamış bir şeye sen güzel
der misin?

- Diyemem elbet.
- Böyleyken, sen hala sevginin güzel olduğu düşüncesinde misin?
- Belki de ne söylediğimi bilmiyordum demin konuşurken.
- Ama yine de parlaktı konuşman, Agathon. Bir küçük sorum daha var:
İyi dediğin şey sence güzel midir?

- Bence öyledir.
- Madem sevgi, güzellikten yoksundur, güzellik de iyilik olduğuna
göre, sevigi iyilikten de yoksundur.

- Ben seninle başa çıkamam, Sokrates, dediğin gibi olsun.
- Senin başa çıkamadığın, doğruluk, iki gözüm, yoksa Sokrates'le başa
çıkmak hiç de zor değil.

Ama şimdi seni rahat bırakıp, vaktiyle sevgi üstüne Diotima ile,
Mantineia'lı bir kadınla konuştuklarımıza geleceğim. Bu konuda, daha birçok
konularda bilgili bir kadındı, vebaya karşı kestirdiği bir kurbanla on sene
Atinalıları bu beladan korumuştu. Sevgi üstüne ne biliyorsam, ondan öğrendim.
Bu kadının bana söylediklerini anlatmaya, Agathon'la giriştiğimiz yoldan
yürümeye çalışacağım, elimden ne kadarı gelirse. Senin söylediğin gibi,
Agathon, sevgi kimdir, nedir, önce onu anlamak, sonra gördüğü işlere geçmek
lazım. Bana en rahat gelen, size yabancı kadının sorularını sırasıyla
anlatmak. Çünkü benim söylediklerim aşağı yukarı şimdi Agathon'un bana
söyledikleri oldu: Sevgi, büyük bir tanrıdır, güzelin sevgisidir. Kadın,
söylediklerimi benim şimdi Agathon'a ileri sürdüğüm düşüncelerle çürüttü,
kendi sözlerimle sevginin ne iyi, ne de güzel olduğunu ortaya koydu.

- Ne diyorsun, Diotima? dedim o zaman. Demek sevgi çirkin, kötü bir
şey.
- Ölçülü konuş, dedi. Güzel olmayan sence ister istemez çirkin midir?
- Elbette.
- Bilgin olmayan mutlaka bilgisiz mi demektir? Bilginlikle
bilgisizliğin bir ortası yok mu sence?

- O da neymiş?
- İnsan hesabını veremeden de doğru düşünebilir. Buna bilgi diyebilir
misin, diyemezsin, (çünkü bilgi, mantığa dayanmadı mı, bilgi olmaz),
bilgisizlik de diyemezsin, (çünkü bilgi, rasgele de olsa bilgisizlik
sayılmaz), demek ki bilmekle bilmemek arasında doğru düşünmek diye bir şey
vardır.

- Haklısın, dedim.
-Öyleyse, güzel olmayan çirkin, iyi olmayan kötüdür deme. Sevgi de
böyle. Onun için iyidir, güzeldir demediğine göre, çirkindir, kötüdür de deme,
ikisi arası bir şey olarak düşün sevgiyi.

- Evet ama, sevgiyi büyük bir tanrı sayıyor herkes.
- Herkes dediğin bilenler mi, bilmeyenler mi?
- Hepsi birden.
- Nasıl olur, dedi Diotima gülerek. Sevgiyi bir tanrı bile saymayanlar
ona, büyük tanrı diyebilirler mi?

- Onlar da kim?
- Biri sen, biri de ben.
- Olur mu böyle şey?
- Olur elbet. Sence bütün tanrılar mutlu ve güzel değil midir?
Onlardan birinin güzel ve mutlu olmadığını söylemeye dilin varır mı?

- Varmaz, Zeus hakkı için!
- Mutlu dediklerin iyiliğe, güzelliğe varmış olanlar, değil mi?
- Elbette.
- Ama demin dedin ki, sevgi iyi ve güzel şeyler ister, çünkü onlardan
yoksundur.
- Evet, öyle dedim.
- İyiliği, güzelliği olmayan, hiç tanrı olabilir mi?
- Olamaz gerçekten.
- Görüyorsun ya, sen de sevgiyi tanrı saymıyorsun.
- Nedir öyleyse sevgi? Ölümlü bir varlık mı?
- Hiç de değil.
- Nedir öyleyse?
- Demin dedim ya, ikisi ortası, ölümlü ile ölümsüz arası bir şey.
- Evet, ama, ne?
- Büyük bir cin(48), Sokrates, çünkü cin dediğimiz, tanrı ile insan
arası bir varlıktır.

- Ne iş görür bu cinler?
- İnsanlardan tanrılara, tanrılardan insanlara haberler, sözler
götürüp getirirler, dileklerimizi, adaklarımızı onlar ulaştırır tanrılara,
onlar getirir bize tanrıların buyruklarını, kurbanlarımızın karşılığı. Tanrı
ile insan arasındaki boşluğu dolduran cinler, böylece bütünün bütünlüğünü
kurarlar. Onlardan gelir bilicilerin büyük bilgisi, rahiplerin kurbanları,
kehanetleri, falları, büyüleri, üfürükleri gereğince başarma sanatı. Aslında
tanrı, insana karışmaz, bu cinler araya girer, uykuda olsun, uyanıkken olsun,
tanrılarla insanların buluşmalarını, konuşmalarını sağlarlar. Bütün bunları
bilende tanrı soluğu vardır(49). Bunları değil de, başka şeyleri bilen, işi,
sanatı ne olursa olsun, bir zanaatçi olmakla kalır. Bu cinler, hem pek çok,
hem de pek çeşitlidir. Sevgi de onlardan biridir.

- Peki, dedim, hangi anadan, hangi babadan gelmiş?
- Uzun sürer bunu sana anlatması, ama bir deneyeyim. Aphrodite
dünyaya geldiği gün, bütün tanrılar bir şölendeymiş. Zeka'nın oğlu Bolluk da
aralarındaymış. Yemekten sonra Yoksulluk(50), şölenden payını istemeye gelmiş,
kapının önünde durmuş, beklemiş. Tanrı şerbeti(51) ile sarhoş Bolluk (daha
şarap yokmuş o zaman), Zeus'un bahçelerine çıkmış ve bir yerde sızmış.
Çaresizlik içinde yaşayan Yoksulluk, Bolluk'tan bir çocuğu olmasını kurmuş,
gitmiş yanına yatmış ve Sevgi'ye gebe kalmış. Aphrodite'nin doğduğu gün, ana
karnına düştüğü için Sevgi, bu tanrının kulu, yoldaşı olmuş. Aphrodite güzel,
o da yaradılıştan güzele düşkünmüş.

Bolluk ile Yoksulluk'tan doğan Sevgi'nin talihi de ona göre olmuş.
Sevgi, her şeyden önce ve her zaman yoksuldur, çoklarının sandığı gibi, hiç de
öyle ince ve zarif değildir, tersine, kabadır, pistir, evsiz barksız,
yalınayaktır, açıkta, dağda, bayırda, kapı önlerinde, yol köşelerinde yatar
kalkar. Ne yapsın, anasına çekmiş, yoksulluktan kurtulamaz. Babasına çeken
tarafıyla da hep güzelin, iyinin peşindedir, yürekli, atılgan, dayanıklıdır,
yaman avcıdır, hep tuzaklar kurar, fikirlere, buluşlara düşkündür, ömrü kafa
yormakla geçer, bilicilikte, büyücülükte eşsizdir. Aslında ne ölümlü, ne de
ölümsüzdür. Bakarsın, aynı günde bolluk içinde gelişir, yaşar, birdenbire de
ölür; sonra yine babasının tabiatı gereği bir çaresini bulup dirilir. Bir
şeyin eline geçmesiyle elinden kaçması bir olur. Öylece Sevgi, hiçbir zaman ne
yokluk içindedir, ne de varlık içinde.

Bilgi ve bilgisizliğin de ortasındadır. Bakın niçin: Tanrıların
hiçbiri bilgiyle uğraşmaz, bilgeliğe özenmez (çünkü zaten bilgedir); bilgeliğe
ermiş bir insan da artık bilgiyle uğraşmaz; bilgisizler de öyle, ne bilgiyle
uğraşırlar, ne bilge olmaya özenirler. Bilgisizlik neden kötüdür? Cahil kişi
güzellikten, iyilikten, akıldan yoksunken, hepsini kendisine toplamış sanır da
ondan. Yoksun olduğunu bilmeyen kimse, ne diye kendinde olmayanın peşine
düşsün!


---------------
(21) Euripides'in "Alkestis" adlı tragedyasının baş kişisi. Alkestis, kocası
Admetos yerine ölmeyi gözüne alan bir kadındır. Eceli gelen Admetos'a tanrı
Apollon bağışta bulunmuş, yerine ölecek birini bulabilirse, kendinin sağ
kalacağına söz vermişti. Admetos'un ne annesi, ne de yaşlı babası, oğulları
için ölmek istemeyince, Alkestis, kendini feda eder. Alkestis, Yunan tragedya
kişilerinin en sevimlilerinden biridir.

(22) Efsaneye göre, ozan Orpheus, tatlı nağmeleriyle vahşi hayvanları bile
büyülermiş. Günün birinde karısı Eurydike ölünce, Orpheus yeraltı dünyasının
bekçisi köpek Kerberos'u çalgısıyla uyutmuş, böylece Hades'e girip, Hades
tanrıdan karısını geri istemiş. Tanrı da yeryüzüne varıncaya dek arkasına
dönüp bakmamak şartıyla Eurydike'yi Orpheus'a vermiş, ama Orpheus dayanamamış,
tam aydınlığa çıkacakken, arkasına dönüp bakmış. O anda Eurydike yine duman
olup karanlığa dalmış. Bundan sonra bir türlü avunamaan Orpheus da Trakya
ormanlarında gece gündüz şarkı söylemiş. Tanrı Dionysos ayinlerini kutlayan
Bakkhalara yüz vermediği içindir ki, bu kadınlar onu parçalamışlar.

(23) Homeros, "İlyada" destanında şöyle anlatır: Agamemnon ile kavga eden
Akhilleus, savaştan çekilir, ama Troyalı Hektor, dostu Patroklos'u öldürünce,
onun öcünü almak için yine savaşa katılır ve Hektor'u öldürür. Tanrıça
Thetis'in oğlu olan Akhilleus'un bedenine silah işlemez, ancak topuğundan
yaralanabilirdi. Hektor'u öldürdükten sonra, Paris'in bir oku ile topuğundan
vurulur ve ölür.

(24) Efsaneye göre, dünyanın batısında bulunan Mutlular Adaları, yararlık
gösteren yiğitlerin ve bilgelerin öldükten sonra göçtükleri bir çeşit
cennettir.

(25) Aiskhylos'un kaybolmuş "Myrmidones" adlı tragedyasında.

(...)

(33) Ephialtes ile Otos, Zeus dünya üzerine egemenliği ele alınca, dağları üst
üste yığıp Olympos'a saldırmaya kalkışan iki devdir.

(34) "Symbolon" ilk anlamdan, ikiye bölünen bir çanak parçasıdır. İki insan
birbirine konuk oldu mu, bu çanak parçalarından birini dostluklarının
belirtisi olarak alır saklarlar, kendileri ölünce, çocuklarına bırakırlardı.
Sembol anlamı oradan gelmektedir.

(...)

(48) Sokrates'in "daimon" dediği varlık; "cin" sözü ile çevirdik. Homeros'un
destanlarında daimon, insan biçimine girmiş bir tanrı buyruğudur. Sonraları
daimon kavramı soyutlaşır. Hesiodos'a göre daimonlar ya da heroslar bu dünyada
erdemle yaşamış insanların ölümsüzlüğe ermiş canlarıdır. Bu yarı tanrısal
varlıklar, insanlarla tanrı arasındaki alışverişi sağlar. Miletoslu Thales de
kainatı bu gibi daimonlarla dolu görür. Herakleitos daimonların insanlara
bekçilik ettiklerine inanır. Pisagor da öyle düşünür. Yunan dünyasında iyi,
yararlı bir varlık sayılan daimon Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla kötülüğün
sembolü olmuş, daimon şeytana denmiştir. Eflatun, Sokrates'ten önceki
filozofların daimon-heros kavramı üstündeki görüşlerini "Şölen"de
derinleştirir.

(49) Aslında "daimonlu adam" deniyor.

(50) Diotima'nın anlattığı bu masalın iki kahramanı Poros ile Penia'dır. Penia
yoksulluk demek. Çare, yol anlamına gelen Poros için Türkçe tam karşılık
bulamadık. Poros'a çare, Penia'ya da çaresizlik diyebilirdik, ama yoksulluğun
karşıtı olan bolluk sözünü kullanmayı daha uygun bulduk.

(51) Tanrıların içkisi olan "nektar".